Foça kıyılarında ki ada ve adacıklarda bu volkanik yapıyı göstermektedir. Mitolojide siren; kuş vücutlu kadın başlı yaptıkları büyülü müziğin güzellikleriyle tanınan yaratıklardır. Siren kayalıkları fokları andıran adaların en büyüğü olan Orak adasının kuzey batısında yer almaktadır.
Sirenlerin burada yaşadığı ve yaptıkları büyülü müzikle gemicilerin yollarını şaşırttıklarına ve kayalara çarpmalarına neden oldukları sanılmaktadır. İzmir'li şair HOMEROS'un Odise (Odysseia) destanın kahramanı Odysseus'un ağzından sirenler;
..."Ulu tanrıça kirke ne yapın yapın, tanrısal sirenlerden sakının dedi bana..
Büyüleyen seslerinden çiçekli çayırlarından sakının.
Sen dinle o sesi, ama bağlasınlar ayakta seni
kollarıdan bacaklarından orta direğe..
Böyle dedim ve uyardım arkadaşlarımı..
Bu ara gemimiz sirenlerin adasına varmıştı bile..
çünkü itici bir rüzgar esiyordu arkamızdan..
Derken rüzgar düştü, deniz oldu çarşaf gibi.
Bir tanrı bütün dalgaları dindirmişti.
Yoldaşlarım kalkıp geminin yelkenlerini topladılar,
Sonra da kürekleriyle döve döve köpürttüler denizi.
O zaman ben tunç kılıcımla mum peteğini parçaladım ufak ufak,
Ezdim güçlü ellerimle mumu.
Sürdüm arkadaşlarımın kulaklarına.
Duymaz oldular artık sirenleri..
Onlarda bağladılar kollarımdan bacaklarımdan orta direğe beni..
Sonra vurdular kürekleriyle kırçıl denize durmadan..
-Bir sıvışsak göz açıp kapayıncaya dek şuradan- dedik.
Ama gözlerinden kaçmadı yakından geçen hızlı gemi sirenlerin.
çınlayan sesleriyle hemen başladılar ezgiye:
-Gel buraya, dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi.
Durdur geminide duy bizim sesimizi.
Hiçbir zaman bir kara gemi buradan geçemedi,
Durup dinlemeden ağzımdan çıkan tatlı ezgileri,
Dinlerler doya doya, daha çok şey öğrenip öyle giderler,
Biliriz biz engin Troya'da olup bitenleri..
Güzelim sesleriyle onlar böyle diyorlardı ve dinlemek istiyordu benim gönlüm,
Kaşlarımla işmar verdim arkadaşlara
çözün dedim beni
Onlarsa ha bire kürek çekiyorlardı iki büklüm..
Az sonra epey uzaklaşmıştık sirenlerden
Artık duymaz olmuştuk seslerini..."
Karataş Efsanesi
(Foça eski turizm müdürlerinden Yılmaz Gencer’in anlatısı ile):
150 yıl önce Küçükdeniz'de Panayot adında bir balıkçı ve eşi Eleni yaşıyordu Panayot ailesinin çocukları yoktu; buna rağmen mutlu yaşıyorlardı. Panayot her sabah erkenden balığa çıkar, akşam üzeri balıkları sattıktan sonra, balıkçı kahvesine takılır, gittiğinde de bir duble erik rakısı içmeyi ihmal etmezdi. Pazar günleri karısını alır, küçük kiliseye giderek dualarını yaparlardı.
Büyükdeniz'de de Hüseyin adında bir balıkçı ve eşi Hatice vardı. Hüseyin dinine bağlı bir insandı, Cuma günleri Kale içindeki mescide gider, namazını kılardı. O da her gün balığa çıkar, dönüşünde balıkçı kahvesine uğrardı. Kötü havalarda ağlarını tamir eder, diğer balıkçılarla birlikte atalarının efsane ve hikayelerini anlatırlardı. Hüseyin ve eşi de bir çocuk sahibi olmanın yuvalarını şenlendireceğini hayal ederlerdi.
Panayot ve Hüseyin birbirlerini şahsen tanırlardı ama ailece birbirlerine gelip gidecek samimiyetleri yoktu. Bir gün Orak adası civarlarında balık avlarken birbirlerine "Rasgele dileklerinde bulundular. Ve o günkü kısmetlerini beklemeye başladılar. Akşam saatlerine doğru hava birden değişti ve patladı. Geri dönmek için ağlarını topladılar ve Foça'ya hareket ettiler. Ancak ne var ki Panayot'un sandalı dalgaların sıçrattığı sulardan arıza yaptı ve dalgalar onu sürüklemeye başladı. Hüseyin onu görünce çark etti ve yardımına koştu Panayot'un sandalını Hüseyin'inkine bağladılar ve kazasız-belasız Küçükdeniz balıkçılar kahvesine kapağı attılar. Sıcak çaylar içilirken birbirlerine sigara ikramında bulundular. günden sonra iki can dost oldular ve aile ziyaretlerine başladılar.
Aradan altı-yedi ay geçtiğinde Panayot, Hüseyin'e eşinin bir çocuk beklediğini anlattı O gün akşam Hüseyin eşine durumu anlatınca, Hatice de hamile olduğunu söyledi.
çocukların doğumu yaklaştıkça heyecan arttı. Nihayet bir gün ara ile ikisinin de birer çocuğu oldu. Panayot'un erkek çocuğu Talaşa, Hüseyin'in kız çocuğu Deniz adını aldı Talaşa Rum dilinde Deniz anlamına geliyordu. Bu tesadüften etkilenen arkadaşlar Hüseyin'in çocuğunu Migalo Talasa-Büyük Deniz, Panayot'un çocuğunu Mikro Talasa - Küçük Deniz diye çağırmaya başladılar.
Aradan yıllar geçti, çocuklar büyüdü, serpildi ve aralarında gizli bir aşk başladı. çocuklar, babaları denize çıktığı zamanlarda, şimdiki Köprübaşı denen yerde birlikte oturuyorlardı. Burada bir dere akıyor ve orada esmer bir kaya parçası, "karataş" duruyordu
Nihayet bir gün ailelerine birbirlerini sevdiklerini, evlenmek istediklerini söylerler. Bu durum karşısında Panayot ve Hüseyin ne söyleyeceklerini şaşırmışlardı. çaresiz çocukları nişanladılar.
Talasa geleceğini balıkçılıkta görmüyordu, İzmir'e çalışıp para kazanmaya gitti ise onu beklemeye başladı. Aradan yıllar geçti, Talasa dönmedi. Deniz, her gün Karataş'ın üzerinde oturur, hayaller kurardı. Bir gün ümitsizlikten hasta olup yatağa düştü ve Büyükdeniz'in ruhu Foça'yı terketti.
O günden sonra Talasa ve Deniz’in aşkları Foça'da uzun zaman söylendi, dilden dile anlatıldı. Panayot ve Hüseyin Karataş'ın olduğu yeri düzelttiler. Ortak dilekleri şuydu: "Kim ki Makro Petra-Karataş'ın üzerinden geçerek Foça'ya gelirse, yeri meçhul bu taşa ayak basarsa, Foça'ya olan tutkuları artsın ve Foça'ya kuvvetli bir bağla bağlansınlar.
İşte o gün, bugün birçok kişi Foça'ya geldi, gitti ve gönülleri hep Foça'da kaldı. çoğu da Foça'ya yerleşti.
Kaynak : Foça Yerel Tarih Araştırma Merkezi Çalışmaları
Sirenlerin burada yaşadığı ve yaptıkları büyülü müzikle gemicilerin yollarını şaşırttıklarına ve kayalara çarpmalarına neden oldukları sanılmaktadır. İzmir'li şair HOMEROS'un Odise (Odysseia) destanın kahramanı Odysseus'un ağzından sirenler;
..."Ulu tanrıça kirke ne yapın yapın, tanrısal sirenlerden sakının dedi bana..
Büyüleyen seslerinden çiçekli çayırlarından sakının.
Sen dinle o sesi, ama bağlasınlar ayakta seni
kollarıdan bacaklarından orta direğe..
Böyle dedim ve uyardım arkadaşlarımı..
Bu ara gemimiz sirenlerin adasına varmıştı bile..
çünkü itici bir rüzgar esiyordu arkamızdan..
Derken rüzgar düştü, deniz oldu çarşaf gibi.
Bir tanrı bütün dalgaları dindirmişti.
Yoldaşlarım kalkıp geminin yelkenlerini topladılar,
Sonra da kürekleriyle döve döve köpürttüler denizi.
O zaman ben tunç kılıcımla mum peteğini parçaladım ufak ufak,
Ezdim güçlü ellerimle mumu.
Sürdüm arkadaşlarımın kulaklarına.
Duymaz oldular artık sirenleri..
Onlarda bağladılar kollarımdan bacaklarımdan orta direğe beni..
Sonra vurdular kürekleriyle kırçıl denize durmadan..
-Bir sıvışsak göz açıp kapayıncaya dek şuradan- dedik.
Ama gözlerinden kaçmadı yakından geçen hızlı gemi sirenlerin.
çınlayan sesleriyle hemen başladılar ezgiye:
-Gel buraya, dillere destan Odysseus, Akhaların şanı şerefi.
Durdur geminide duy bizim sesimizi.
Hiçbir zaman bir kara gemi buradan geçemedi,
Durup dinlemeden ağzımdan çıkan tatlı ezgileri,
Dinlerler doya doya, daha çok şey öğrenip öyle giderler,
Biliriz biz engin Troya'da olup bitenleri..
Güzelim sesleriyle onlar böyle diyorlardı ve dinlemek istiyordu benim gönlüm,
Kaşlarımla işmar verdim arkadaşlara
çözün dedim beni
Onlarsa ha bire kürek çekiyorlardı iki büklüm..
Az sonra epey uzaklaşmıştık sirenlerden
Artık duymaz olmuştuk seslerini..."
Karataş Efsanesi
(Foça eski turizm müdürlerinden Yılmaz Gencer’in anlatısı ile):
150 yıl önce Küçükdeniz'de Panayot adında bir balıkçı ve eşi Eleni yaşıyordu Panayot ailesinin çocukları yoktu; buna rağmen mutlu yaşıyorlardı. Panayot her sabah erkenden balığa çıkar, akşam üzeri balıkları sattıktan sonra, balıkçı kahvesine takılır, gittiğinde de bir duble erik rakısı içmeyi ihmal etmezdi. Pazar günleri karısını alır, küçük kiliseye giderek dualarını yaparlardı.
Büyükdeniz'de de Hüseyin adında bir balıkçı ve eşi Hatice vardı. Hüseyin dinine bağlı bir insandı, Cuma günleri Kale içindeki mescide gider, namazını kılardı. O da her gün balığa çıkar, dönüşünde balıkçı kahvesine uğrardı. Kötü havalarda ağlarını tamir eder, diğer balıkçılarla birlikte atalarının efsane ve hikayelerini anlatırlardı. Hüseyin ve eşi de bir çocuk sahibi olmanın yuvalarını şenlendireceğini hayal ederlerdi.
Panayot ve Hüseyin birbirlerini şahsen tanırlardı ama ailece birbirlerine gelip gidecek samimiyetleri yoktu. Bir gün Orak adası civarlarında balık avlarken birbirlerine "Rasgele dileklerinde bulundular. Ve o günkü kısmetlerini beklemeye başladılar. Akşam saatlerine doğru hava birden değişti ve patladı. Geri dönmek için ağlarını topladılar ve Foça'ya hareket ettiler. Ancak ne var ki Panayot'un sandalı dalgaların sıçrattığı sulardan arıza yaptı ve dalgalar onu sürüklemeye başladı. Hüseyin onu görünce çark etti ve yardımına koştu Panayot'un sandalını Hüseyin'inkine bağladılar ve kazasız-belasız Küçükdeniz balıkçılar kahvesine kapağı attılar. Sıcak çaylar içilirken birbirlerine sigara ikramında bulundular. günden sonra iki can dost oldular ve aile ziyaretlerine başladılar.
Aradan altı-yedi ay geçtiğinde Panayot, Hüseyin'e eşinin bir çocuk beklediğini anlattı O gün akşam Hüseyin eşine durumu anlatınca, Hatice de hamile olduğunu söyledi.
çocukların doğumu yaklaştıkça heyecan arttı. Nihayet bir gün ara ile ikisinin de birer çocuğu oldu. Panayot'un erkek çocuğu Talaşa, Hüseyin'in kız çocuğu Deniz adını aldı Talaşa Rum dilinde Deniz anlamına geliyordu. Bu tesadüften etkilenen arkadaşlar Hüseyin'in çocuğunu Migalo Talasa-Büyük Deniz, Panayot'un çocuğunu Mikro Talasa - Küçük Deniz diye çağırmaya başladılar.
Aradan yıllar geçti, çocuklar büyüdü, serpildi ve aralarında gizli bir aşk başladı. çocuklar, babaları denize çıktığı zamanlarda, şimdiki Köprübaşı denen yerde birlikte oturuyorlardı. Burada bir dere akıyor ve orada esmer bir kaya parçası, "karataş" duruyordu
Nihayet bir gün ailelerine birbirlerini sevdiklerini, evlenmek istediklerini söylerler. Bu durum karşısında Panayot ve Hüseyin ne söyleyeceklerini şaşırmışlardı. çaresiz çocukları nişanladılar.
Talasa geleceğini balıkçılıkta görmüyordu, İzmir'e çalışıp para kazanmaya gitti ise onu beklemeye başladı. Aradan yıllar geçti, Talasa dönmedi. Deniz, her gün Karataş'ın üzerinde oturur, hayaller kurardı. Bir gün ümitsizlikten hasta olup yatağa düştü ve Büyükdeniz'in ruhu Foça'yı terketti.
O günden sonra Talasa ve Deniz’in aşkları Foça'da uzun zaman söylendi, dilden dile anlatıldı. Panayot ve Hüseyin Karataş'ın olduğu yeri düzelttiler. Ortak dilekleri şuydu: "Kim ki Makro Petra-Karataş'ın üzerinden geçerek Foça'ya gelirse, yeri meçhul bu taşa ayak basarsa, Foça'ya olan tutkuları artsın ve Foça'ya kuvvetli bir bağla bağlansınlar.
İşte o gün, bugün birçok kişi Foça'ya geldi, gitti ve gönülleri hep Foça'da kaldı. çoğu da Foça'ya yerleşti.
Kaynak : Foça Yerel Tarih Araştırma Merkezi Çalışmaları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder